HABERLER

PKK'ya AĞIR DARBE
FERAT tarih 04.02.2008, 19:56 (UTC)
  PKK'ya AĞIR DARBE
04 Şubat 2008 Pazartesi 07:05
Bingöl kırsalında çıkan çatışmada PKK üyesi 10 terörist öldürüldü
Bingöl kırsalında güvenlik güçleri ile PKK'lı teröristler arasında çıkan çatışmada 10 terört öldürüldü.
Edinilen bilgiye göre, bölgede 3 gün önce başlatılan ve Kara Cehennem Ormanları'nda yoğunlaşan operasyonlarda bir grup terörist çembere alındı. Ortaçanak, Doğankaya köyleri arasında kalan dağlık arazide çıkan çatışmada 10 terörist ölü olarak ele geçirildiği öğrenildi
 

SON DURUM
FERAT tarih 04.02.2008, 19:55 (UTC)
 AK Parti ve MHP'li 348 milletvekilinin imzasını taşıyan Anayasa değişikliği teklifi ile Yükseköğretim Kanununda değişiklik yapılmasını öngören kanun teklifi TBMM Başkanlığına sunuldu.

Ankara tamamen türbana kilitlendi. Başkentte başdöndüren bir türban trafiği yaşanıyor. Türban için değişiklik öngören yasal düzenlemeye dair AK Parti ve MHP gruplarında imzalar tamamlandı. Değişiklik talebinin Meclis'e sunulması beklenirken, üç önemli gelişme daha oldu...

Bunlardan birincisi tartışılan 42. maddeyle ilgili...
Ek kelime: AK Parti ve MHP bu maddeye YÜKSEKÖĞRETİM kelimesini eklemeyi kararlaştırdı. Böylece türban yasağı sadece üniversite öğrencileri için kalkmış olacak. Lise ve ortaöğretim kurumlarında yasak sürecek.

Türban ziyaretleri: AK Parti ve MHP yöneticileri, başörtüsüne üniversitelerde serbestlik tanıyan Anayasa değişikliği çalışmaları çerçevesinde CHP Grup Başkanvekilleri Kemal Anadol ile Hakkı Suha Okay'ı ziyaret etti.
AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural ve MHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Bal, DSP ile görüşmelerinin ardından, CHP grup başkanvekilleriyle bir araya geldi.

Okay'ın odasında gerçekleşen görüşme 35 dakika sürdü. Görüşmenin ardından Bozdağ, Vural ve Okay açıklamalarda bulundu.

Başbakandan yasak!: Türbanla ilgili Başbakan Erdoğan'dan bir de yasak kararı geldi. Erdoğan, 4 kişilik komisyon üyesi dışındaki AK Partili vekillere türbana dair konuşma yasağı getirdi.
 

TÜRBANDA SON DURUM
AYDIN MENDERES tarih 04.02.2008, 19:53 (UTC)
 AKP’liler, AB’ciliği kendi Milli Görüş’çü tabanlarına anlatmak ve kabul ettirmek zorundaydılar. Bunun da gerekçesini hazırlamışlardı. AB’ye daha fazla demokrasi ve insan hakları için gireceklerdi. Bu da dindarlar üzerindeki bazı baskıların kalkması ve özellikle Türban meselesinin çözülmesi demek olacaktı.

AİHM’nin kararı ve Danimarka’nın bölücü terör örgütünün TV’si hakkındaki tutumu bir gerçeği açıkça ortaya koyuyor. AB terör dahil Türkiye’de her türlü bölücülüğü destekler ve teşvik ederken ve devletin bu konuda alabileceği her türlü tedbirin önünü insan hakları gibi gerekçelerle keserken, bu gibi kavramların Türkiye’deki bazı Müslüman vatandaşların istekleriyle ilintilendirmek istememektedir.

Avrupa hala hem içeride, hem dışarıda herkesin efendisi olmak düşüncesinden vazgeçmemiştir. Avrupa’nın refah ve zenginlik dahil iyi diye kabul ettikleri sadece kendileri içindir. Bunu kendi ülkelerindeki diğer insanlarla bile paylaşmaya niyetleri yoktur.

Açıkça görülüyor ki, artık AKP’nin kendine oy ve destek vermiş türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmelerini isteyen seçmenleri, AB ve AİHM üzerinden oyalaması imkansız hale gelmiştir. Kuşku yok ki bu apaçık gerçek iç politikada önemli değişikliklere yol açacaktır.


AKP’lilerin RP dönemine ait en belirgin özelliklerinden bir tanesi şiddetle AB’ye karşı oluşları idi. O kadar karşıydılar ki AB’ye girmek isteyenleri bir şekilde tekfir bile ediyorlardı. RP kapatıldı. Milli Görüş’çü söylemlerin siyasette hayat hakkı bulamayacağı anlaşıldı. Değişmek gerekiyordu. Bunlar da değiştik diyorlardı. Bunun kendilerinden kanıtlanması isteniyordu. Kestirme bir yol bulmuşlardı. Biz o kadar değiştik ki AB’ci dahi olduk diyorlardı. AB’ciliğin AKP’liler için başka getirileri de vardı. Büyük sermaye ve iş çevrelerini, basını, Batılılaşma yanlılarını kısaca Türkiye’deki egemenlerin büyük bir bölümünün desteğini alıyordu. Bir tarafta AB, diğer tarafta yerli egemenlerin desteğiyle askere karşı elini güçlendiriyordu. AB’cilik AKP için meşruiyet kaynağı ve var oluşunun “olmazsa olmaz” şartı haline gelmişti.

Ancak AKP’liler, AB’ciliği kendi Milli Görüş’çü tabanlarına anlatmak ve kabul ettirmek zorundaydılar. Bunun da gerekçesini hazırlamışlardı. AB’ye daha fazla demokrasi ve insan hakları için gireceklerdi. Bu da dindarlar üzerindeki bazı baskıların kalkması ve özellikle Türban meselesinin çözülmesi demek olacaktı.

Aslında AKP’nin her iki politikası da yanlıştı. Bu kadar AB’cilik olamazdı. AKP hoş karşılasa bile AB’nin Türkiye’den bir takım isteklerini ülkenin benimsemesi mümkün değildi. Arada bir kırılma ve kopuş her zaman mukadder olacaktı. Nitekim Başbakan’ın Danimarka’da basın toplantısına katılmayışı bunun ciddi bir göstergesidir. AB’nin türban meselesinin çözülmesine katkıda bulunması da imkansızdı. AB’nin kendi bünyesindeki artan Müslüman göçmenler ile sıkıntısı vardı, ayrıca Türkiye’de laikliğin bütün gücüyle devam etmesi Avrupa’nın her zaman için Türkiye ile ilgili ilk tercihiydi.

Ulema Tartışması

Herkesten ve her şeyden önce gerek RP ve FP’nin kapatılması, gerekse türban için AİHM’ye gidenler “ulema”ya - her kimse onlar- müracaat etmeliydi. Müslümanların kendi ülkelerinde ve kendi dinleriyle ilgili bazı vecibeleri istedikleri gibi yerine getiremedikleri için Hıristiyan hakimlere müracaat edip edemeyeceklerini sormalıydılar. Allah, Kur-an’ı Kerim’in birçok yerinde müminlere “kendi dininden olmayanları veli edinmeyin” buyuruyor. Veli dost demektir. Aynı zamanda koruyucu ve sahip anlamına gelir. Bir Müslüman’ın, bir mahkemeye davacı olarak müracaat etmesi ile o mahkeme veya hakimle kendi arasında dostluğu ziyadesiyle aşan bir münasebet ortaya çıkmaktadır. O mahkeme ve hakimin kendi üzerindeki egemenliğini kabul etmektedir. Bunun içindir ki Müslümanların, özellikle de kendi ülkeleriyle ve sonuçta kendi dinleriyle ilgili hususlarda, kendi dinlerinden olmayan kimseleri hakim ve mahkeme kabul ederek onlara davacı olarak müracaatta bulunmamaları gerekir.

Ayrıca kendi dininin, kendi memleketinde gereklerini yerine getirebilmek için başka dine mensup hakimlere müracaat etmek hiç de “vakur” bir davranış değildir. “Vakar” da imandandır. İman ona sahip olan insanlarda bazı vasıflar ve özellikler şeklinde kendisini açığa vurur. Vakar da bunlardan bir tanesidir. Gurur ne kadar şeytanın işi ise vakar da o kadar müminlere ait bir davranıştır. “Vakar”ın bilinmediği bir diyarda ise Müslümanlık da, iman da garip kalmış demektir. Bizde TV’de en fazla gösterilen filmlerin başında Ömer Muhtar’ın hayatı gelir. O bir vakar abidesidir. Ve şimdi sormak gerekiyor: Siz hiç AİHM önünde bir Ömer Muhtar tasavvur ve tahayyül edebilir misiniz?

AİHM’nin Son Kararı

Şimdi bu kararı, özünü ortaya çıkartacak şekilde irdelememiz gerekmektedir: AİHM son kararında söylediği “dinin bazı vecibelerinin yerine getirilmesi laiklik adına bir tehlike oluşturuyorsa devlet bunları kısıtlayabilir ve bu insan hakları ihlali anlamına gelmez”. Bu açıdan bakınca AİHM kararı Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın bu karardan sonra söyledikleri, bu kararın Türkiye için bağlayıcı olmadığı ve Türkiye’nin türbanla ilgili bir yeni düzenleme yapabilmesinin önünü kapamadığı yolundaki sözleri ilk bakışta makul görmek söz konusu olabilir. Ancak bu kararın gerekçesi böyle bir yoruma açık kapı bırakmamaktadır. AİHM bazı dini sembollerin kamusal mekanlarda kullanılmasının, bunları kullanmak istemeyenler üzerinde bir baskı oluşturacağı gerekçesiyle devletin laikliği korumak adına türbanı bu tür yerlerde yasaklayabileceğini söylüyor. Bu gayet tehlikeli bir ifadedir. Kararın gerekçesi kararın kendisinden çok daha kısıtlayıcı olduğu gibi, türbanla ilgili Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın söylediklerinin aksine türbanın geleceği açısından çok önemli bir tehlike teşkil etmektedir. Bunun içindir ki artık bu hükümetin AİHM’nin söz konusu kararıyla ilgili tartışmalara son vermesinde büyük bir fayda vardır. Bu konuda AİHM ile zıtlaşmayı tırmandırmak türban konusuyla ilgili ileride mümkün olabilecek bir takım çözümlerin de önünün tıkanmasına sebep olabilecektir.
Bu açıdan bakınca Başbakan’ın işin içine “ulemayı” karıştırması da hiç doğru olmamıştır. Başbakan’ın türban ve son AİHM kararı bağlamında ulemadan söz etmesi de bu sebepten dolayı hiç olumlu olmamıştır. Başbakan böylece hem AB kamuoyunda, hem AİHM üzerinde kışkırtıcı olabilecek bir alana girmiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki türban karşıtlarının eline bir koz vermiştir. “Ulemaya sorulmalıydı” sözü türban konusuna hiçbir açıklık getirmediği gibi bunun çözülmesi için herhangi bir fayda da sağlamamıştır. Tam tersine Başbakan’ın bu beyanı ile birlikte türban meselesinin hem Türkiye, hem de bu konunun AB ve AİHM ayağı açısından çözümü daha da zorlaşmıştır.

Başbakan’ın Kopenhag’da Terk Ettiği Basın Toplantısı

AİHM’nin söz konusu kararıyla, Başbakan Erdoğan’ın Kopenhag’da Danimarka Başbakanı ile yapacağı ortak basın toplantısını terk etmesi aynı zamana tesadüf etti. Bu iki olay birbirinden bağımsız gibi gözükse de aslında içten içe birbirleriyle bağlantılıdır. Bu iki olayı birlikte bir prizma şeklinde kullanacak olursak genelde AB’nin Türkiye ile ilişkilerini ve niyetlerini çok daha iyi anlamamız mümkün olacaktır. Özelde ise türbanın AB ve AİHM aracılığıyla asla çözülemeyeceği çok daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Kopenhag’daki basın toplantısına geçmeden önce AİHM’nin kararıyla ilgili olarak söylememiz gerekenleri tamamlayalım: AB ve AİHM’nin Türkiye’de ki bazı Müslüman vatandaşlarımızın dinlerinin bazı vecibelerini daha serbest bir şekilde yerine getirmek ve dini konularda daha fazla ifade ve örgütlenme özgürlüğüne sahip olmak isteğini, demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları açısından AB’nin bir gereklilik görmediği açıkça ortadadır. Devletin laikliğinin korunması söz konusu olunca AB için akan sular durmakta, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları gibi kavramlar ve yüce değerler hiçbir anlam taşımamaktadır. Buna mukabil iş bölücülüğe gelince durum yüz seksen derece değişmektedir. Devletin kendi üniter niteliğini ve ülkesinin ve milletinin birlik ve beraberliğini korumak için alacağı her türlü tedbir ise insan haklarına, hukuk devletine ve demokrasiye aykırı bulunmaktadır. Bu da AB’nin söz konusu kavramlar hususunda ne kadar çifte standartlı bir tutuma sahip olduğunu göstermektedir.

Başbakan Kopenhag’da yapılacak ortak basın toplantısında PKK’nın televizyonu olan Roj TV’nin çıkartılmasını ister. Danimarka Başbakanı, Danimarka’nın hür ve demokratik bir ülke olduğundan bahisle basın toplantısından hiçbir medya kuruluşunu çıkartamayacağını söyler. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan basın toplantısını terk eder ve Türkiye’ye döner. Şimdi akla ilk gelen soru ise şudur. Acaba El Kaide’nin de bir TV’si olsa idi O da Roj TV gibi Danimarka’daki demokrasi ve özgürlüklerden istifade edebilecek miydi? Danimarka Başbakanı Roj TV için gösterdiği hoşgörü ve misafir severliği bu TV için de gösterebilecek miydi? Görüldüğü gibi her konuda AB’nin çifte standart tutumu net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

AB’nin İki Yüzlülüğü, Türkiye’nin AB’ye Üyeliği ve Türban

AİHM’nin kararı ve Danimarka’nın bölücü terör örgütünün TV’si hakkındaki tutumu bir gerçeği açıkça ortaya koyuyor. AB terör dahil Türkiye’de her türlü bölücülüğü destekler ve teşvik ederken ve devletin bu konuda alabileceği her türlü tedbirin önünü insan hakları gibi gerekçelerle keserken, bu gibi kavramların Türkiye’deki bazı Müslüman vatandaşların istekleriyle ilintilendirmek istememektedir. Bu çifte standarttır. İki yüzlülüktür. AB’nin amacının Türkiye’yi demokratikleştirmek olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. AB’nin amacı Türkiye’yi demokratikleştirmek değil, Türkiye’yi bölmektir. Demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları gibi kavramlar ve yüce değerler sadece Avrupalıların kendileri içindir. Dışarıya gelince bu kavramlar AB’nin emperyalist emellerinin ve başka ülkelerin iç işlerine karışmanın, onları karıştırmanın ve bölmenin bir maskesi haline gelmektedir. Bu yazıda söz konusu ettiğimiz bir biri ardınca geçenlerde ortaya çıkan iki olay bu tartışmada gerçeği gözler önüne sermektedir.

AB’nin bu ikiyüzlülüğü ve çifte standardı sadece dışarıya ve Türkiye’ye yönelik değildir. Ağırlıklı olarak Paris’te ve bazı diğer Fransız kentlerinde yaşanan ayaklanmalar, Fransa’nın ve AB’nin diğer ülkelerinin kendi ülkelerinde yaşayan, yıllardır oralarda bulunan ve hatta orada doğan göçmenlerin de Avrupalıların istifade ettikleri demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları ile ilgili uygulamalardan hiç bir nasibini alamadığını da açık bir şekilde ortaya koymuştur. Avrupa hala hem içeride, hem dışarıda herkesin efendisi olmak düşüncesinden vazgeçmemiştir. Avrupa’nın refah ve zenginlik dahil iyi diye kabul ettikleri sadece kendileri içindir. Bunu kendi ülkelerindeki diğer insanlarla bile paylaşmaya niyetleri yoktur. Ayrıca Avrupa’daki göçmenlerin bir kısmının Müslüman oluşu ve bu inançtan daha pek çok göçmenin gelebilmesi ihtimali Avrupa’nın tümüyle İslam Dini’ne ve bu dinin vecibelerinin yerine getirilmesiyle ilgili tutumu üzerinde son derecede etkili olmaktadır.

Açıkça görülüyor ki, artık AKP’nin kendine oy ve destek vermiş türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmelerini isteyen seçmenleri, AB ve AİHM üzerinden oyalaması imkansız hale gelmiştir. Kuşku yok ki bu apaçık gerçek iç politikada önemli değişikliklere yol açacaktır. Diğer taraftan Danimarka Başbakanı’nın son tutumuyla AB’nin kendi müktesebatlarına geçmiş Türkiye’den istediklerini birlikte düşünürsek, Başbakan Erdoğan’ın Kopenhag’daki basın toplantısını terk edişini geleceğe ait önemli bir işaret olarak kabul etmemiz gerekmektedir. AB Türkiye’den azınlıkların yeniden tanınmasını, Kürtlerin ve Alevilerin azınlık sayılmasını, ekümenliği kabul etmemizi, Ermeni soykırımını tanımamızı, Ermenistan’la da bir sınır itilafımız olduğunu yine kabul etmemizi, barajlarımızdan komşu ülkelere bırakacağımız suyun uluslararası bir komisyon tarafından belirlenmesini istiyor. Bunlara daha başkalarını da ilave edebiliriz. AB, bunların bazılarını bazen daha fazla öne çıkartıyor ve üzerinde ısrarlı oluyor. Kendi kafasına göre Türkiye’ye kabul ettirmek üzere bu isteklerini bir sıraya koymuştur. Bu isteklerin hiçbirisi Türkiye tarafından kabul edilemez. Hiçbir hükümet ve iktidar da bunu kabul edemez. AB isteklerinin yerine gelmesini ısrar ettiği ve bu isteklerle ilgili bazı somut kararları almaya zorladığı vakit Türkiye, AB üyeliğinden vazgeçmeyi ister istemez göze alacaktır. Türk Başbakanı’nın Kopenhag’daki basın toplantısını terk edişi kendisi açısından ister daha önceden tasarlanmış, isterse o anki tepkisinden kaynaklanmış olsun, toplantıyı terk edişi AB aramızdaki kırılma noktalarının ne olduğunu ve bu noktalara ne kadar yaklaşıldığını ortaya çıkartmıştır.

Bu cümleden olmak üzere AB ile ilk kırılma noktasının 2006 yılında ve Kıbrıs konusunda ortaya çıkacağı da belli olmuştur. AB önümüzdeki yıl Türkiye’nin Rum Kesimi’ni tanıması, liman ve tüm tesislerini Rumlara açmasını ve bu hükümetin imzaladığı Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü, daha sonra yayınladığı Rum Kesimi’ni tanımamaya devam edeceğini ifade eden deklarasyon ve beraber olmamak üzere tek başına, TBMM’den geçirilmesini bu hükümetten isteyecek ve bunu birtakım müeyyideler öne sürerek Türkiye’ye dayatacaktır. Bunları ise Türkiye’nin de, bu hükümetin de kabul etmesi kesinlikle mümkün değildir.

Türban meselesinin AB vasıtasıyla çözülmesinde yolun sonuna gelindi. Bunun mümkün olmayacağı anlaşıldı. Türkiye’nin AB’ye üyelik macerasında da 2006 yılında yolun sonuna gelinileceği gözükmüş oldu. Bu iktidarın da, muhalefetin de ve bütün Türkiye’nin çok yakından takip etmesi, farklı tedbirler ve planlar üretmesi gerekmektedir.
 

TÜRBANDA SON DURUM
ADNAN MENDERES tarih 04.02.2008, 19:52 (UTC)
 AKP’liler, AB’ciliği kendi Milli Görüş’çü tabanlarına anlatmak ve kabul ettirmek zorundaydılar. Bunun da gerekçesini hazırlamışlardı. AB’ye daha fazla demokrasi ve insan hakları için gireceklerdi. Bu da dindarlar üzerindeki bazı baskıların kalkması ve özellikle Türban meselesinin çözülmesi demek olacaktı.

AİHM’nin kararı ve Danimarka’nın bölücü terör örgütünün TV’si hakkındaki tutumu bir gerçeği açıkça ortaya koyuyor. AB terör dahil Türkiye’de her türlü bölücülüğü destekler ve teşvik ederken ve devletin bu konuda alabileceği her türlü tedbirin önünü insan hakları gibi gerekçelerle keserken, bu gibi kavramların Türkiye’deki bazı Müslüman vatandaşların istekleriyle ilintilendirmek istememektedir.

Avrupa hala hem içeride, hem dışarıda herkesin efendisi olmak düşüncesinden vazgeçmemiştir. Avrupa’nın refah ve zenginlik dahil iyi diye kabul ettikleri sadece kendileri içindir. Bunu kendi ülkelerindeki diğer insanlarla bile paylaşmaya niyetleri yoktur.

Açıkça görülüyor ki, artık AKP’nin kendine oy ve destek vermiş türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmelerini isteyen seçmenleri, AB ve AİHM üzerinden oyalaması imkansız hale gelmiştir. Kuşku yok ki bu apaçık gerçek iç politikada önemli değişikliklere yol açacaktır.


AKP’lilerin RP dönemine ait en belirgin özelliklerinden bir tanesi şiddetle AB’ye karşı oluşları idi. O kadar karşıydılar ki AB’ye girmek isteyenleri bir şekilde tekfir bile ediyorlardı. RP kapatıldı. Milli Görüş’çü söylemlerin siyasette hayat hakkı bulamayacağı anlaşıldı. Değişmek gerekiyordu. Bunlar da değiştik diyorlardı. Bunun kendilerinden kanıtlanması isteniyordu. Kestirme bir yol bulmuşlardı. Biz o kadar değiştik ki AB’ci dahi olduk diyorlardı. AB’ciliğin AKP’liler için başka getirileri de vardı. Büyük sermaye ve iş çevrelerini, basını, Batılılaşma yanlılarını kısaca Türkiye’deki egemenlerin büyük bir bölümünün desteğini alıyordu. Bir tarafta AB, diğer tarafta yerli egemenlerin desteğiyle askere karşı elini güçlendiriyordu. AB’cilik AKP için meşruiyet kaynağı ve var oluşunun “olmazsa olmaz” şartı haline gelmişti.

Ancak AKP’liler, AB’ciliği kendi Milli Görüş’çü tabanlarına anlatmak ve kabul ettirmek zorundaydılar. Bunun da gerekçesini hazırlamışlardı. AB’ye daha fazla demokrasi ve insan hakları için gireceklerdi. Bu da dindarlar üzerindeki bazı baskıların kalkması ve özellikle Türban meselesinin çözülmesi demek olacaktı.

Aslında AKP’nin her iki politikası da yanlıştı. Bu kadar AB’cilik olamazdı. AKP hoş karşılasa bile AB’nin Türkiye’den bir takım isteklerini ülkenin benimsemesi mümkün değildi. Arada bir kırılma ve kopuş her zaman mukadder olacaktı. Nitekim Başbakan’ın Danimarka’da basın toplantısına katılmayışı bunun ciddi bir göstergesidir. AB’nin türban meselesinin çözülmesine katkıda bulunması da imkansızdı. AB’nin kendi bünyesindeki artan Müslüman göçmenler ile sıkıntısı vardı, ayrıca Türkiye’de laikliğin bütün gücüyle devam etmesi Avrupa’nın her zaman için Türkiye ile ilgili ilk tercihiydi.

Ulema Tartışması

Herkesten ve her şeyden önce gerek RP ve FP’nin kapatılması, gerekse türban için AİHM’ye gidenler “ulema”ya - her kimse onlar- müracaat etmeliydi. Müslümanların kendi ülkelerinde ve kendi dinleriyle ilgili bazı vecibeleri istedikleri gibi yerine getiremedikleri için Hıristiyan hakimlere müracaat edip edemeyeceklerini sormalıydılar. Allah, Kur-an’ı Kerim’in birçok yerinde müminlere “kendi dininden olmayanları veli edinmeyin” buyuruyor. Veli dost demektir. Aynı zamanda koruyucu ve sahip anlamına gelir. Bir Müslüman’ın, bir mahkemeye davacı olarak müracaat etmesi ile o mahkeme veya hakimle kendi arasında dostluğu ziyadesiyle aşan bir münasebet ortaya çıkmaktadır. O mahkeme ve hakimin kendi üzerindeki egemenliğini kabul etmektedir. Bunun içindir ki Müslümanların, özellikle de kendi ülkeleriyle ve sonuçta kendi dinleriyle ilgili hususlarda, kendi dinlerinden olmayan kimseleri hakim ve mahkeme kabul ederek onlara davacı olarak müracaatta bulunmamaları gerekir.

Ayrıca kendi dininin, kendi memleketinde gereklerini yerine getirebilmek için başka dine mensup hakimlere müracaat etmek hiç de “vakur” bir davranış değildir. “Vakar” da imandandır. İman ona sahip olan insanlarda bazı vasıflar ve özellikler şeklinde kendisini açığa vurur. Vakar da bunlardan bir tanesidir. Gurur ne kadar şeytanın işi ise vakar da o kadar müminlere ait bir davranıştır. “Vakar”ın bilinmediği bir diyarda ise Müslümanlık da, iman da garip kalmış demektir. Bizde TV’de en fazla gösterilen filmlerin başında Ömer Muhtar’ın hayatı gelir. O bir vakar abidesidir. Ve şimdi sormak gerekiyor: Siz hiç AİHM önünde bir Ömer Muhtar tasavvur ve tahayyül edebilir misiniz?

AİHM’nin Son Kararı

Şimdi bu kararı, özünü ortaya çıkartacak şekilde irdelememiz gerekmektedir: AİHM son kararında söylediği “dinin bazı vecibelerinin yerine getirilmesi laiklik adına bir tehlike oluşturuyorsa devlet bunları kısıtlayabilir ve bu insan hakları ihlali anlamına gelmez”. Bu açıdan bakınca AİHM kararı Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın bu karardan sonra söyledikleri, bu kararın Türkiye için bağlayıcı olmadığı ve Türkiye’nin türbanla ilgili bir yeni düzenleme yapabilmesinin önünü kapamadığı yolundaki sözleri ilk bakışta makul görmek söz konusu olabilir. Ancak bu kararın gerekçesi böyle bir yoruma açık kapı bırakmamaktadır. AİHM bazı dini sembollerin kamusal mekanlarda kullanılmasının, bunları kullanmak istemeyenler üzerinde bir baskı oluşturacağı gerekçesiyle devletin laikliği korumak adına türbanı bu tür yerlerde yasaklayabileceğini söylüyor. Bu gayet tehlikeli bir ifadedir. Kararın gerekçesi kararın kendisinden çok daha kısıtlayıcı olduğu gibi, türbanla ilgili Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın söylediklerinin aksine türbanın geleceği açısından çok önemli bir tehlike teşkil etmektedir. Bunun içindir ki artık bu hükümetin AİHM’nin söz konusu kararıyla ilgili tartışmalara son vermesinde büyük bir fayda vardır. Bu konuda AİHM ile zıtlaşmayı tırmandırmak türban konusuyla ilgili ileride mümkün olabilecek bir takım çözümlerin de önünün tıkanmasına sebep olabilecektir.
Bu açıdan bakınca Başbakan’ın işin içine “ulemayı” karıştırması da hiç doğru olmamıştır. Başbakan’ın türban ve son AİHM kararı bağlamında ulemadan söz etmesi de bu sebepten dolayı hiç olumlu olmamıştır. Başbakan böylece hem AB kamuoyunda, hem AİHM üzerinde kışkırtıcı olabilecek bir alana girmiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki türban karşıtlarının eline bir koz vermiştir. “Ulemaya sorulmalıydı” sözü türban konusuna hiçbir açıklık getirmediği gibi bunun çözülmesi için herhangi bir fayda da sağlamamıştır. Tam tersine Başbakan’ın bu beyanı ile birlikte türban meselesinin hem Türkiye, hem de bu konunun AB ve AİHM ayağı açısından çözümü daha da zorlaşmıştır.

Başbakan’ın Kopenhag’da Terk Ettiği Basın Toplantısı

AİHM’nin söz konusu kararıyla, Başbakan Erdoğan’ın Kopenhag’da Danimarka Başbakanı ile yapacağı ortak basın toplantısını terk etmesi aynı zamana tesadüf etti. Bu iki olay birbirinden bağımsız gibi gözükse de aslında içten içe birbirleriyle bağlantılıdır. Bu iki olayı birlikte bir prizma şeklinde kullanacak olursak genelde AB’nin Türkiye ile ilişkilerini ve niyetlerini çok daha iyi anlamamız mümkün olacaktır. Özelde ise türbanın AB ve AİHM aracılığıyla asla çözülemeyeceği çok daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Kopenhag’daki basın toplantısına geçmeden önce AİHM’nin kararıyla ilgili olarak söylememiz gerekenleri tamamlayalım: AB ve AİHM’nin Türkiye’de ki bazı Müslüman vatandaşlarımızın dinlerinin bazı vecibelerini daha serbest bir şekilde yerine getirmek ve dini konularda daha fazla ifade ve örgütlenme özgürlüğüne sahip olmak isteğini, demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları açısından AB’nin bir gereklilik görmediği açıkça ortadadır. Devletin laikliğinin korunması söz konusu olunca AB için akan sular durmakta, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları gibi kavramlar ve yüce değerler hiçbir anlam taşımamaktadır. Buna mukabil iş bölücülüğe gelince durum yüz seksen derece değişmektedir. Devletin kendi üniter niteliğini ve ülkesinin ve milletinin birlik ve beraberliğini korumak için alacağı her türlü tedbir ise insan haklarına, hukuk devletine ve demokrasiye aykırı bulunmaktadır. Bu da AB’nin söz konusu kavramlar hususunda ne kadar çifte standartlı bir tutuma sahip olduğunu göstermektedir.

Başbakan Kopenhag’da yapılacak ortak basın toplantısında PKK’nın televizyonu olan Roj TV’nin çıkartılmasını ister. Danimarka Başbakanı, Danimarka’nın hür ve demokratik bir ülke olduğundan bahisle basın toplantısından hiçbir medya kuruluşunu çıkartamayacağını söyler. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan basın toplantısını terk eder ve Türkiye’ye döner. Şimdi akla ilk gelen soru ise şudur. Acaba El Kaide’nin de bir TV’si olsa idi O da Roj TV gibi Danimarka’daki demokrasi ve özgürlüklerden istifade edebilecek miydi? Danimarka Başbakanı Roj TV için gösterdiği hoşgörü ve misafir severliği bu TV için de gösterebilecek miydi? Görüldüğü gibi her konuda AB’nin çifte standart tutumu net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

AB’nin İki Yüzlülüğü, Türkiye’nin AB’ye Üyeliği ve Türban

AİHM’nin kararı ve Danimarka’nın bölücü terör örgütünün TV’si hakkındaki tutumu bir gerçeği açıkça ortaya koyuyor. AB terör dahil Türkiye’de her türlü bölücülüğü destekler ve teşvik ederken ve devletin bu konuda alabileceği her türlü tedbirin önünü insan hakları gibi gerekçelerle keserken, bu gibi kavramların Türkiye’deki bazı Müslüman vatandaşların istekleriyle ilintilendirmek istememektedir. Bu çifte standarttır. İki yüzlülüktür. AB’nin amacının Türkiye’yi demokratikleştirmek olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. AB’nin amacı Türkiye’yi demokratikleştirmek değil, Türkiye’yi bölmektir. Demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları gibi kavramlar ve yüce değerler sadece Avrupalıların kendileri içindir. Dışarıya gelince bu kavramlar AB’nin emperyalist emellerinin ve başka ülkelerin iç işlerine karışmanın, onları karıştırmanın ve bölmenin bir maskesi haline gelmektedir. Bu yazıda söz konusu ettiğimiz bir biri ardınca geçenlerde ortaya çıkan iki olay bu tartışmada gerçeği gözler önüne sermektedir.

AB’nin bu ikiyüzlülüğü ve çifte standardı sadece dışarıya ve Türkiye’ye yönelik değildir. Ağırlıklı olarak Paris’te ve bazı diğer Fransız kentlerinde yaşanan ayaklanmalar, Fransa’nın ve AB’nin diğer ülkelerinin kendi ülkelerinde yaşayan, yıllardır oralarda bulunan ve hatta orada doğan göçmenlerin de Avrupalıların istifade ettikleri demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları ile ilgili uygulamalardan hiç bir nasibini alamadığını da açık bir şekilde ortaya koymuştur. Avrupa hala hem içeride, hem dışarıda herkesin efendisi olmak düşüncesinden vazgeçmemiştir. Avrupa’nın refah ve zenginlik dahil iyi diye kabul ettikleri sadece kendileri içindir. Bunu kendi ülkelerindeki diğer insanlarla bile paylaşmaya niyetleri yoktur. Ayrıca Avrupa’daki göçmenlerin bir kısmının Müslüman oluşu ve bu inançtan daha pek çok göçmenin gelebilmesi ihtimali Avrupa’nın tümüyle İslam Dini’ne ve bu dinin vecibelerinin yerine getirilmesiyle ilgili tutumu üzerinde son derecede etkili olmaktadır.

Açıkça görülüyor ki, artık AKP’nin kendine oy ve destek vermiş türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmelerini isteyen seçmenleri, AB ve AİHM üzerinden oyalaması imkansız hale gelmiştir. Kuşku yok ki bu apaçık gerçek iç politikada önemli değişikliklere yol açacaktır. Diğer taraftan Danimarka Başbakanı’nın son tutumuyla AB’nin kendi müktesebatlarına geçmiş Türkiye’den istediklerini birlikte düşünürsek, Başbakan Erdoğan’ın Kopenhag’daki basın toplantısını terk edişini geleceğe ait önemli bir işaret olarak kabul etmemiz gerekmektedir. AB Türkiye’den azınlıkların yeniden tanınmasını, Kürtlerin ve Alevilerin azınlık sayılmasını, ekümenliği kabul etmemizi, Ermeni soykırımını tanımamızı, Ermenistan’la da bir sınır itilafımız olduğunu yine kabul etmemizi, barajlarımızdan komşu ülkelere bırakacağımız suyun uluslararası bir komisyon tarafından belirlenmesini istiyor. Bunlara daha başkalarını da ilave edebiliriz. AB, bunların bazılarını bazen daha fazla öne çıkartıyor ve üzerinde ısrarlı oluyor. Kendi kafasına göre Türkiye’ye kabul ettirmek üzere bu isteklerini bir sıraya koymuştur. Bu isteklerin hiçbirisi Türkiye tarafından kabul edilemez. Hiçbir hükümet ve iktidar da bunu kabul edemez. AB isteklerinin yerine gelmesini ısrar ettiği ve bu isteklerle ilgili bazı somut kararları almaya zorladığı vakit Türkiye, AB üyeliğinden vazgeçmeyi ister istemez göze alacaktır. Türk Başbakanı’nın Kopenhag’daki basın toplantısını terk edişi kendisi açısından ister daha önceden tasarlanmış, isterse o anki tepkisinden kaynaklanmış olsun, toplantıyı terk edişi AB aramızdaki kırılma noktalarının ne olduğunu ve bu noktalara ne kadar yaklaşıldığını ortaya çıkartmıştır.

Bu cümleden olmak üzere AB ile ilk kırılma noktasının 2006 yılında ve Kıbrıs konusunda ortaya çıkacağı da belli olmuştur. AB önümüzdeki yıl Türkiye’nin Rum Kesimi’ni tanıması, liman ve tüm tesislerini Rumlara açmasını ve bu hükümetin imzaladığı Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü, daha sonra yayınladığı Rum Kesimi’ni tanımamaya devam edeceğini ifade eden deklarasyon ve beraber olmamak üzere tek başına, TBMM’den geçirilmesini bu hükümetten isteyecek ve bunu birtakım müeyyideler öne sürerek Türkiye’ye dayatacaktır. Bunları ise Türkiye’nin de, bu hükümetin de kabul etmesi kesinlikle mümkün değildir.

Türban meselesinin AB vasıtasıyla çözülmesinde yolun sonuna gelindi. Bunun mümkün olmayacağı anlaşıldı. Türkiye’nin AB’ye üyelik macerasında da 2006 yılında yolun sonuna gelinileceği gözükmüş oldu. Bu iktidarın da, muhalefetin de ve bütün Türkiye’nin çok yakından takip etmesi, farklı tedbirler ve planlar üretmesi gerekmektedir.
 

SINAV SİSTEMİ
PSOKOLOJİK DANIŞMAN tarih 03.02.2008, 09:58 (UTC)
  DEĞİŞİMİN GEREKÇELERİ

Lise müfredatı ile ÖSS arasındaki uyumsuzluk.

Üniversitelerin, akademik eğitimde “bilgi”nin gerekliliğine ve temel bilgilerden yoksun bir üniversite eğitiminin mümkün olamayacağına dair görüş bildirmeleri.

Ölçme ve değerlendirme kriterleri bakımından daha geniş bir içeriğin ve konu yelpazesinin daha objektif sonuçlar verecek olmasının anlaşılması.

Bilimsel zorunluluğun ve toplumsal beklentinin de bu yönde olması.

Eski sistemin bir anlamda ömrünü tamamlaması.

1 puan aralığına düşen öğrenci sayısının istatistiksel olarak çok fazla alması.

Bir öğrencinin bütün puan türlerinde birinci olma olasılığının, sınavın objektifliğine gölge düşürmesi.

Öğrencilerin bazı derslerden sıfır çekmelerinin bir kader haline gelmesi.

Minimum puanların oluşmasında, daha doğrusu üniversiteye yerleşmede yaşanan dengesizliklerin taban puanların oluşumunda istikrarsız bir ortam yaratması.

NELER DEĞİŞTİ ?

Müfredat (konu ve soru içeriği)

Sınavdaki soru dağılımları

Cevaplanması gereken soru sayıları

Puan türleri, hesaplama modeli ve katsayılar

AOBP katkı oranları

Meslek Liseleri’nin müfredatı

Zaman kullanımı ve sınav süresi

Ayrıca sınava hazırlayan kurumların profesyonelliğini ölçen kriterler

DEĞİŞİMİN OLUMLU YANLARI

Müfredatın zenginleştirilmesi ile lise son sınıftaki devamsızlıkların kısmen de olsa engellenebilmesi.

Geniş içerikle daha objektif bir değerlendirme yapılabilir bir çerçevenin oluşturulması ve böylece ancak hak eden öğrencilerin üniversiteyi kazanabileceği bir sistemin önünün açılması.

Bilgi olmadan başarının olamayacağına dâir düşünceye kısmen geri dönülmesi.

Öğrencileri sınava hazırladığını zanneden amatör kursların ve tecrübesiz öğretmenlerin yerine profesyonel kurumların ve kaliteli öğretmenlerin daha ön plana çıkacak olması.

Alana dayalı derslerin sorularının ve katkılarının artırılması. Böylece öğrencinin alan dışı derslerle meşgul olmayarak kendi alanına yoğunlaşacak olması.

Meslek liselilere daha dar ama bildikleri bir müfredatın sunulması.

Her puan türünde ayrı bir birincinin çıkma olasılığının önünün açılması.

Sınavın, yükseköğretim programlarının minimum (taban) puanlarının oluşmasında sistematik bir denge oluşturacak şekilde yeniden düzenlenmesi.

DEĞİŞİMİN OLUMSUZ YANLARI

Sistem değişikliğinin eski ve yeni tüm adaylara birden uygulanması. Dolayısıyla bilgi temelinde yetişmeyen önceki adayların (mezunların) tam anlamıyla eğitimini alamadıkları bir çerçeveden sorumlu olarak sınava girmeleri ve zorlayıcı bir risk olarak mezun öğrencilerin bundan etkilenmesi.

Meslekî alan uygulamasında hâlâ zenginleştirilmeye gidilememesi. Dolaysıyla, Meslek liseli adayların yine bir kısırdöngü içerisinde kısıtlı sayıda bölüme girme mücâdelesi verecek olmaları.

Sınavın birinci bölümünde yer alan, “Alan-dışı” derslerin katkısının yükseltilmesi. (Örnek: Sayısalcılar için “Soysal Bilimler 1”, Sözel ve Eşit Ağırlıkçı’lar için de “Fen Bilimleri 1” testlerinin katsayılarının artırılması). Ancak yeni hâliyle bu net sayılarının 0.1 yerine 0.2’le çarpılacak olması öğrenci için yine çok özendirici olmayacak. Burada ele aldığımız katsayıların artmasıyla birlikte değişen puan farkı getirisi puan türlerine göre yaklaşık 8 – 10 puan arasındadır. Toplam puanın, 300 olduğunu varsayacak olursak, bu katkı çok kayda değer ve özendirici bir katkı değildir. Çünkü öğrenci zâten kendi alanına yoğunlaşacağı için ve de sınavın kinci kısmında ilk kez karşılaşacağı soruları da çözebilmek ve de kendine zaman yaratabilmek için doğal olarak bu alan-dışı konulara yönelemeyecektir. Dolaysıyla öğrenci 5 tane alan-dışı soru çözüp, 1 tane alan-içi soru çözmüş gibi puan almaktansa, bu mesai için harcayacak olduğu zamanı, direkt olarak kendi alan-içi sorularından yana kullanacaktır.

Değişimin kamuoyuna sunulmasındaki zamanlama da öğrencileri tedirgin etmiş, öğrenciler gelecek yıl sınava acaba hazırlansam mı, hazırlanmasam mı; veyâ tercih yapsam mı, yapmasam mı ikilemi yaşamışlardır.

ÖSYM yeni ve köklü bir sistem getirmek yerine eski sistemi tamir ederek ilerlemeye çalışmıştır.

Sınav sistemini belirleyen yetkililerin, toplumsal bir konsensüse pek açık olmayışı ve bu konuda bilimsel çalışma yapan veya duyarlılık gösteren kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütleri ile iş birliği içinde olmamaları da bu sistemin eksiklikleri arasında ele alınabilir.

Son olarak, değişimin beklentileri karşılayamaması ve gelecek olan 5 yılda üniversite önünde yaşanacak olan yığılmaların önüne geçilememesi de yine bu yeni sistemin olumsuz bir yönü olarak ifade edilebilir.

ESKİ VE YENİ ÖSS

Bildiğini gibi, 2005 ve öncesinde uygulanan ÖSS, iki bölümden oluşmakta ve her bölümde 90 adet soru ile adayların bilgisi ve deneyimleri sorgulanmaktaydı. Bu bölümler: Sözel Bölüm ve Sayısal Bölüm idi. Yeni sistemde ise bu tip bir bölüm ayrımı ortadan kaldırılmış ve sorular bölüm ismi ile adlandırılmayan bir düzen içerisinde ÖSS adaylarının bilgisine sunulmuştur. Demek ki bundan sonra, sınavda genel anlamda Sözel veyâ Sayısal sorular başlıkları, artık kullanılmayacaktır. Sonuç olarak, yeni sistemde sınav, 1. ve 2. bölüm olarak iki kategoride öğrenciye sunulacaktır. Bu bölümleri kısaca ele alacak olursak;

1. Bölüm: “Ortak Genel Kültür Dersleri” referans alınarak ÖSS stiline göre hazırlanmış 120 sorudan ve 4 ders kategorisinden oluşan bölümdür.

2. Bölüm: “Alan/Bölüm Dersleri” referans alınarak hazırlanan ve bilgi ağırlıklı soruların yer aldığı yine 4 ders kategorisinden oluşan 120 soruyu içeren bölümdür.

1. BÖLÜMÜN ÖZELLİKLERİ

Lise 1., Lise 2 ve Lise 3 müfredatında yer alan “Ortak Genel Kültür Dersleri”ndeki bilgilerin sorgulandığı bölümdür. Ancak Lise 1 müfredatı ağırlıktadır.

Yorum, analitik düşünce, muhakeme gücü ve mantık yürütme ağırlıklı soru kalıpları kullanılacaktır. (Bu özellikleri itibariyle ÖSS soru stili diye de adlandırılabilir.)

Sınava giren her aday bu bölümdeki tüm soruları lise türü ve alan farkı gözetmeksizin cevaplandırmak durumundadır / zorundadır.

Bu bölümdeki her dersin her puan türüne katkısı vardır. Bu bölüm hem 1. tür puanlar, hem de 2. tür puanlar hesaplanırken dikkate alınacaktır.

Yine bölümdeki puan türü, Önlisans (2 Yıllık Meslek Yüksek Okulları) programlarını ve Açıköğretim’in Lisans ve Önlisans programlarını seçecek adaylar için yeterli olan bölümdür.

Ayrıca bu bölümdeki puan türü, Meslek Liseli adayların Meslekî Lisans Programları’nı (4 Yıllık Lisans Programlarını) seçmek için de yeterli olan bölümdür.

Son olarak şunu da eklemek istiyorum ki, yine bu bölümdeki puan türü, Özel Yetenek Sınavı’yla öğrenci alan programlara önkayıtta, referans alınacak bölümdür.

1. BÖLÜMÜN SORU DAĞILIMI

KATEGORİ
DERSLER
ESKİ ÖSS
YENİ ÖSS
DEĞ. ORANI

Türkçe Testi
Türkçe
45
30
% 33

Sosyal Bil.-1 Testi
Tarih
19
13
% 32

Genel Coğr.
16
10
% 38

Felsefe
10
7
% 30

Matematik-1 Testi
Matematik
29
21
% 28

Geometri
16
9
% 44

Fen Bil.-1 Testi
Fizik
19
13
% 31

Kimya
14
9
% 36

Biyoloji
12
8
% 33




2. BÖLÜMÜN ÖZELLİKLERİ

Bu bölüm ise, Lise 2 ve Lise 3 müfredatında yer alan “Alan/Bölüm Dersleri”ndeki bilgilerin sorgulandığı bölümdür. Lise 1 müfredatını içermeyebilir.

Bu bölümde bilgi ve akademik yetenekleri yoklayan soru kalıpları kullanılacaktır. (Bu soru kalıpları, kısmen ÖYS soru stili diye de tanımlanabilir.)

Sınava giren ve meslek liseli olmayan her aday, alanıyla ilgili bir lisans programına yerleşmek için bu bölümün sorularını da cevaplandırmak durumunda ve zorundadır.

Bu bölümdeki her dersin, her puan türüne katkısı olmayabilecektir ve sadece 2. tür puanlar hesaplanırken dikkate alınacaktır.

Yine bu bölüm, Meslekî Lisans Programları’nı seçecek meslek liseli adayların cevaplandırmayacağı bir bölümdür.

Her liseli kendi alanıyla ilgili sadece 2 tür soru kategorisinden soru çözümü yapacaktır. (Diğer alanlara da bakabilir, ancak; diğer alanlar için pek zaman kalacağını öngörmüyoruz.) Buna rağmen Ortak alanları seçmek isteyen adaylar 3. bir alandaki soru kategorisini de cevaplandırabileceklerdir. Fakat daha önce söylediğim gibi, zamanı çok iyi kullanarak ve en başta sınava bu strateji ile başlayarak böyle bir yol izlenmelidir. Aksi takdirde, ana alandaki soruları çözemeyip, ana alandan yerleşemeyeceğini düşünen bir aday, sınav ânında bu tür bir strateji değişikliği yaparsa, sonuçlar çok iç açıcı olmayacaktır. Çünkü ortak alan için gerekli olan 3. tür soru kategorisindeki soruları çözmek için hem yeterli zamanı kalmayacak hem de parçalı bulutlu bir soru çözümü yapacağı için, gerek ana alandaki puanları, gerekse ortak alandaki puanları düşük gelebilecektir.

2. BÖLÜM SORU DAĞILIMI

KATEGORİ
DERSLER
YENİ SORU S.
TOPLAM

Edebiyat - Sosyal Bilimler Testi
Edebiyat
17
30

Türkiye Coğrafyası
8

Psikoloji
5

Sosyal Bilimler-2 Testi
Tarih
13
30

Ülkeler Coğrafyası
7

Sosyoloji
5

Mantık
5

Matematik-2 Testi
Matematik
21
30

Geometri
9

Fen Bilimleri-2 Testi
Fizik
13
30

Kimya
9

Biyoloji
8


 

"Türban yasağı her yerde kaldırılmalı"
CNN TÜRT tarih 03.02.2008, 09:56 (UTC)
 Isparta'nın AKP'li Belediye Başkanı Hasan Balaman, türban yasağının sadece üniversitelerde değil, her yerde kaldırılması gerektiğini savundu.

Hasan Balaman, il müftülüğü tarafından düzenlenen bayan hafızlık taç giyme töreninde konuştu.

Balaman, Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunu ve başörtülü bir kadının da belediye başkanı veya milletvekili olabilmesi gerektiğini savundu.

MHP'nin sadece üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasını istediğini söyleyen Balaman, "Böyle bir şey olmaz. Yasak her yerden kalkmalı. İmam hatipli bir kişinin hırsız veya uğursuz olduğu görülmemiştir. Bunların aralarından terörist de çıkmamıştır" dedi.

"Hedefimiz kamuda da yasağı kaldırmak"

Meclis Anayasa Komisyonu üyesi AK Parti Konya Milletvekili Hüsnü Tuna da, 25 Ocak'ta yaptığı açıklamada, hedeflerinin üniversitelerden sonra kamu hizmetlerinde de türban yasağını kaldırmak olduğunu söylemişti
 

<-Geri

 1 

Devam->

 
بسم الله الرحمن الرحيم
 
BUL
 
ggg
 
 
BURAYA 172 ziyaretçiUĞRADI
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol